Türkiye’de 11 yıl önce başka bir iktidar vardı. Bu iktidar siyasi bir iktidardan çok, bir devlet iktidarıydı.
Türkiye Cumhuriyeti’nin çatısını çatan hakim gücün ortaya koyduğu bu iktidar, toplumun tüm katmanlarını şekillendiren, vatandaşların nasıl yaşayacağını belirleyen, hangi partilerin iktidara geleceğine karar veren, kırmızı çizgileri kendi çıkarlarına göre çizip vatandaşına hangi ideolojik kalıplar içinde yaşaması gerektiğini dikte eden bir iktidardı.
Üniversiteler, okullar, gazeteler, radyo ve TV’ler, mahkemeler, sivil toplum kuruluşları devletin hakim ideolojisinin emrindeydi.
İktidarı “devlet adına” elinde tutan siyasi partiler askerlerin de desteğiyle uzun yıllar boyunca Türkiye’de toplumu şekillendirmeye çalıştılar. Bir nevi toplum mühendisliği yapılıyordu ve bu mühendislik cumhuriyetin ilk yıllarından itibaren zaman zaman zecri tedbirlerle halka dayatılıyordu.
Ezanın Türkçe okunmasının mecburi tutulması Radyolarda Türk müziğinin çalınmasının yasaklanması Tekke ve zaviyelerin kapatılması Kürt kimliğinin yok sayılması ve Kürtçe’nin yasaklanması gibi…
Darbeler ve muhtıralarla siyasete verilen gözdağlarıyla devletin millete verdiği hizalar sürdü gitti.
Başörtüsü üniversitelerde yasaklandı ve bunu yapabilmek için yüksek mahkemelerden kararlar çıkartıldı.
Sadece Türkiye’ye özgü bir kavram olarak bulunan “kamusal alan” başında örtü olan kızlara yasaklandı. “Şeriat tehlikesi” denilerek başörtüsü bir simge haline getirildi. Kadınların bu örtüyü kendi özgür iradeleriyle takmadıkları ileri sürüldü. Onların farklı düşünceler içinde olduğu gazetelerden ve televizyonlardan sürekli olarak pompalandı.
Hem 12 Eylül’de, hem 28 Şubat’ta dindar insanlar sürekli olarak izlendi ve fişlendi. Muhafazakar firmalar etiketlendi ve bu firmalar kara listeye alındı. İmam-Hatip mezunları işten atıldı. Onların da tıpkı başörtülü kızlar gibi farklı niyetlere sahip olduğu iddia edildi. Hakim güç kendi insanı için niyet okuyuculuğuna girişti.
İç düşmanlar, dış düşmanların önüne geçti. Siyasetçiler ve askerler topluma verdikleri mesajlarda sürekli olarak “milli birlik ve beraberlikten” söz edip otoriter bir topluluğun sözcülüğünü yaptılar.
Din derslerinin süresi azaltıldı. Sekiz yıllık eğitim yasasıyla imam-hatiplerin orta kısımları kapatıldı.
İslamcı partilerin yurtdışındaki bazı ülkelerden destek aldıkları iddia edildi ve bunlar kapatma
davalarına gerekçe oldu. İnsanların evlerine ve işyerlerine gizliden veya açıktan ziyaretler yapıldı. Evlerinde seccade ve Kuran-ı Kerim bulunan askerler, kamu çalışanları fişlendi.
Eşi başörtülü olanların üstü çizildi. Dindar sanatçılara iş verilmedi. Cuma namazına giden futbolcular eleştirildi. Cemaatler ve tarikatlar kötülendi. Tüm bunların üzerine gelen ekonomik krizler, milletin bu düzene “dur” demesine neden oldu.
Vatandaş, Necmettin Erbakan’ın dediği gibi kanlı bir darbeyle değil, demokratik seçimlerle yani özgür iradesiyle bu gidişe dur dedi. Eski düzeni savunan partiler barajı bile geçemedi. Çok sayıda siyasetçi bir anda milletin kararıyla emekli edildi.
İktidara gelen artık yeni bir partiydi: AK Parti… 2002 seçimlerinin, sonraki seçimlerin ve sonraki seçimlerin tek galibi oydu. Yerel seçimlerin ve referandumun galibi de AK Parti oldu. Millet, doğru ekonomik ve sosyal politikalar karşısında AK Parti’ye her seçimde vize vermekten çekinmedi.
AK Parti Genel Başkanı Tayyip Erdoğan, üçüncü dönemi “ustalık dönemi” olarak tanımladı. Üçüncü dönemin milletvekili listelerine halktan, esnaftan, tabandan ziyade, bürokrasiden, üniversiteden ve tavandan isimler yazıldı.. Ve AK Parti’nin politikaları değişmeye başladı.
Kamuoyunda “AK Parti devletleşti” eleştirileri bu dönemde başladı. Şimdi yeni bir döneme girdik. Gezi Parkı ile başlayan çevreci eylemler, farklı bir zemine kaydı. Hem o zeminin gösterdikleri, hem de hükümetin kendisine yönelik protestolara karşı takındığı tutum, AK Parti iktidarında hiçbir şeyin eskisi gibi olmayacağını gösteriyor.
Hükümet geçmişte dindar vatandaşlara karşı reva görülen uygulamaları bugün kendisine karşı eylem yapan ve onlara destek verenlere karşı uygularsa bunun adı “rövanş” olur. Hükümet kendi halkına karşı rövanşist bir siyaset gütmemeli. İnsanları, basını, akademisyenleri, sosyal medyayı, vatandaşları fişlememeli… İmam Hatipli olanları olmayanlara tercih etmemeli… Başörtüsü olanları kayırmamalı.
Sokaktaki insan “birinden kurtulduk, öbürüne yakalandık” diye düşünmeye başlarsa Türkiye adına yazık olur.
Çok yazık olur…